Tüneldeki Işık
Çellistanbul’un anılarını yazmak aklıma geldiğinde sanki bir tren istasyonunda uzakta beliren bir ışık yavaş yavaş büyüyerek kocaman bir trene dönüştü. Başta aklıma bir-iki olay gelir diyordum ama yazdıkça grup olarak ne kadar çok şey yaşadığımızı daha iyi anladım. Melih’in Konservatuvar kantininde karşılaştığımızda beni beraber bir kahve içmeye davet etmesi, sonra Çellistanbul’dan bahsedip gruba katılmaya davet etmesi ile başlayan ve yıllar süren, harika bir tecrübeye dönüşen Çellistanbul…
Çellistanbul’da Çalar Mısın?
Ankara Devlet Konservatuvarının 10 yıllık yatılı eğitimini bitirip Eczacıbaşı Vakfı bursu desteği ile Amerika’ya gitmem ile başlayan güzel ve zengin eğitimin sonlarında bir dönüm noktası ile karşı karşıya kaldım. Bir taraftan Amerika’daki iş olanaklarını araştırıyor; özellikle taze bir doktora mezunu olarak İnternet College Society’nin abone olduğum sayfasında okulun ihtiyacına ve bütçesine göre çello, kontrbas, müzik teorisi ve orkestra şefliği hocalığından menüler oluşturmuş, Alaska, New Foundland, Texas’ın minik bir kazası gibi yerlerin şartlarını inceliyor ve dosyalar hazırlıyordum. Her yer okullarına prestij getirebilecek, kendini ispatlamış ve olabildiğince tecrübeli bir çellist arıyordu. Okuldan yeni çıkmış bir çellist, ne kadar donanımlı olursa olsun kapış kapış gidecek gibi görünmüyordu. Bir taraftan da Ankara Konservatuvarı yıllarımda tatlı bahar günlerinde okul yakınındaki Bahçelievler semtinde yaptığım yürüyüşleri, özlediğim arkadaşlarımı, ailemi ve Türkiye’de yapılabilecek pek çok güzel projeyi düşünüyordum. Hayatımın geri kalanını Amerika’da bir göçmen müzisyen pozisyonunda geçirmek istemediğime karar verdikten sonra Türkiye’de ne yapabilirim bakmaya başladım. Sırası ile dövizli askerlik şartlarını, doçentliğe başvuru koşullarını ve Türkiye’ye dönünce benimle ilgilenebileceğini düşündüğüm iş ortamlarını araştırdım. İlk bağlantılarımdan biri Bilkent Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinin Dekan vekili Işın Metin’di. Görüşmemiz oldukça olumlu geçti. Çellist olarak donanımım, yabancı dilimin çok iyi seviyede olması, iş ciddiyetim ideal bir görüntü oluşturuyordu. Ben bolca hocalık yapmak istediğimi, solo ve oda müziği konserleri vermek istediğimi ve idari işlerden de anladığımı açıkladım. Ancak Bilkent’teki ihtiyaç daha çok orkestrada çalmak ve kalan zamanlarda hocalık yapmak üzerineydi. İstek ve ihtiyaçlarda orta yol görünmüyordu. Eskişehir’deki eski sınıf arkadaşlarımla iletişime girdiğimde gördüm ki Eskişehir’deki hayat oldukça keyifliydi. Bir taraftan kendilerini geliştirecek zamanları oluyor, bir taraftan da kendilerini tatmin edecek kadar iş yapıyor, hiç boş kalmıyorlardı. Her şey bir yana uzun yıllardır ülkesinden uzak biri için pek çok eski arkadaşının yanında çalışmanın ne kadar cezbedici olduğunu da tahmin edebilirsiniz. Bunun üzerine Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarına başvuru sürecim başlamış oldu. Bir taraftan okula keyifle adapte olurken, bir taraftan da eski arkadaşlarımla hasret giderdim. Bu eski arkadaşlardan biri de çocukluğumda bir dönem öğrenci yurdunda aynı odada kaldığım çellist Melih Kara’ydı. Melih’le çocukluğumuzdan pek çok güzel anımız vardı. Kendisi küçük yaştan itibaren çok yetenekli ve becerikli bir çellist olarak aklımda kalmış biriydi. Yıllar içerisinde iyi ustalık kursları ve yurt dışı eğitimi de eklenince donanımlı bir çellist olmuştu. Bir gün kısa bir sohbet arasında “Ozan, bizim Çellistanbul diye bir viyolonsel kuartetimiz var. Murat Berk’i hatırlarsın… Çağ’da çalıyor ama şimdi askerde. Bir de Gülyar var. Sende çalmak ister misin? Ne güzel beraber çalarız işte…” dedi. “Tabi abi, süper olur” dedim. Henüz Çellistanbul hakkında bir şey bilmiyordum ama benim için “hayırlı” olacağından hiç şüphem yoktu.
Ben 10 Dakika Üzeri Kimseyi Beklemem
Konser projeleri için harekete geçmeden önce zaten İstanbul’da olduğum bir tarihte Murat Berk ile buluşmak üzere anlaştık. Çellistanbul’un geleceği, tanıtılması ve gelecek konser programları hakkında konuşmak üzere İstanbul’a gittiğim gün aklımda grup için broşür, kartvizit bastırmak, web sitesi kurmaktan tutun da televizyon ve radyo programlarının dikkatini çekmek için yapılabilecekler gibi pek çok konuda fikirlerim vardı.
Telefon konuşmasında saat 12.00’de Taksim meydanında Vakıfbank’ın önü diye anlaştığımız için ben 11.30 civarı İstiklal caddesinin ortalarında bir yerden meydana doğru yürümeye başlamıştım bile. Amerika’da edindiğim bir alışkanlıkla sözleştiğim saatten 5 dakika önce gelmiş olan benim için saatin 12.05 olması Murat’ı aramak için yeterliydi: ben oldukça “bussiness” bir sesle “Alo, Murat merhaba”, Murat oldukça rahat ve neredeyse rehavetli bir sesle “Merhaba Ozan… neredesin?...” “Ben seni bekliyorum, Vakıfbank’ın önündeyim” “Haa, hay Allah Ozanım… benim bankada işim var, birazdan gelirim” daha da “bussiness” bir sesle “…hmm tamam ama benim bir prensibim var: 10 dakikadan fazla hiçbir yerde beklemem. 12.10 gibi görüşürüz”. “… abi sen biraz oyalan işte bir 15-20 dakika falan…” Yıllardan sonra Murat’la ilk karşılaşmamızda hemen kendini gösteren benim kuralcılığımla Murat’ın rahatlığı arasındaki zıtlık ilişkimizi inşa ederken önemli bir yapı malzemesi olarak kendini hep hissettirdi. Bu geç buluşma beni biraz “irite” etmiş olsa bile Murat’la bir yere oturup uzun uzun grubun geleceğinden ve nasıl daha iyi tanıtılabileceğinden bahsetmek çok heyecanlıydı. Benim Çellistanbul adına kartvizit ve tanıtıcı broşür bastırmak, konser serilerin tümünün listesini yapıp başvurmak ve başvuruları takip etmek gibi bir iki önerim oldu. İkimiz de pek heyecanlanmıştık.
Murat’ın İstanbul Devlet Senfoni orkestrası kurucularından Mükerrem Berk’in oğlu olması pek çok tanınmış şahsiyetle birebir tanışıklığı sağlıyordu. Murat İstanbul’da ne kadar ünlü ve önemli insan varsa tanıyor gibiydi. Nermin Bezmen’lerin evine gidişimiz, Şener Şen ile kahve içişimiz, Rutkay Aziz, Zülfü Livaneli, Zuhal Olcay ve Tarık Akan’ın da içlerinde bulunduğu bir grupla Moskova’ya gidişimiz hep Murat’ın sayesinde oldu. Bunlara Ayla Erduran’ın bizi dinlemesi, Suna Kan ile kısa da olsa sohbet edebilmiş olmayı, Mischa Maisky ve ailesini akşam yemeğine götürme şansını elde etmiş olmayı da eklemek lazım. Tabi bir de benim maalesef kaçırdığım bir fırsat; çellistanbul’un Mazhar Alanson’un evindeki buluşmasını defalarca arkadaşlardan dinlediğimden onu da ileride zevkle anlatmayı planlıyorum.
Doktor
Murat’la yıllardan sonra tekrar karşılaşmamız (aslına bakarsanız tanışmamız sayılabilir) ile Çellistanbul’un gelecek planlarına benimde biraz olsun katkım oluşabilmişti. Sohbet devam etti “Eee sen epeydir Amerika’dasın, neler yaptın orada?” “Yüksek Lisans ve Doktora yaptım. Sonra bir süre de senfoni orkestrasında çalışıp döndüm.” “Doktor mu oldun yani?” “Evet. Aslında doktorum gerçekten” dedim. Bir anda yüzü aydınlandı, muzipçe “Doktooor” dedi. Ben hafifçe gülümsedim. Murat o günden sonra bana neredeyse hep “Doktor” dedi. Başlarda “bozulmuyorsun inşallah, ben sana saygı duyduğumdan doktor diyorum” diyordu. Bozulmuyordum, bence bozulacak bir şey yoktu. Tabi saygıdan değil, muziplikten dediği de gayet belliydi. O da ayrı. Murat bana kızınca kısa bir “doktor!”, muzipliği tutunca “doktooorrr”, bir şey isteyeceği zaman “doktorcuğumm” oluyordum. Doktor aşağı, doktor yukarı 10 yıl yani…
Saat 10.00’da başlayacağız dememiş miydik?
Bu Avrupa, Amerika’da okuyup gelenler genelde pek bir dakik ve kuralcı oluyorlar. Türkiye’de büyük ihitmalle diğer Akdeniz ülkelerine yakın biçimde durum daha bir farklı. Eğer öbür taraftaki aşırılıktan bahsedecek olursak da kıyı kentlerinde yaşayanlar daha bir rahat olur. Adalarda falan hayat iyice gevşektir. Yani her şey neredeyse “bugün git, yarın gel”. Hiçbir işin sonu gelmez. Sanıyorum bu “gelişmiş” ülkelerin sağlamlaşmış toplumsal düzenleri her şeyi yerli yerine koymuşlukları, iş disiplinlerine de iç disiplinlerine de yansıyor. Ben Amerika’da dokuz yıl yaşayıp, derslere, sınavlara, provalara tamamı ile bir “iş” ciddiyeti ile bakmayı iyice içselleştirdikten sonra Türkiye’ye dönünce işlerin burada pek öyle olmadığını anlamam fazla sürmedi. Yine de kendimce sağlamca edindiğim bu “erdemin” arkasında durmaya çalışıyordum. Bence herkes benim gibi olmalıydı. Murat’la ilk buluşmamızda da söylediğim gibi “ben kimseyi 10 dakikadan fazla beklemem!” Yalnız kimsenin zamanında geldiği yoksa ne yapacaksın? Onu bekleme, bunu bekleme…
Melih’in dönem arkadaşı Rüya Taner’e ulaşarak bir şekilde iletişim kurduğu Kıbrıs Festivalinden konser için haber geldiğinde çok sevindik. Ben daha önce hiç Kıbrıs’a gitmemiştim ve çok güzel olduğunu duyuyordum. Kaldı ki dört arkadaş nereye gitsek zaten kesin bir eğlence çıkıyordu. Konser Bella Pais Manastırında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Uluslararası Müzik Festivali kapsamında olacaktı. Kıbrıs’ın sebzesi meyvesi baya farklıdır. Biz oraya gidince oteldeki yemekler çok hoşumuza gitti. Tabi sebzeden de çok geceleri kumar makinelerine takılmak! Kıbrıs festivali benim gruba katıldığım ilk bir iki yıl içerisinde cereyan etti diye hatırlıyorum. Konserden bir TRT çekimi var. Orada pek bir “taze” görünüyorum. Otele yerleştikten sonra mayoları giyip neredeyse naralar atarak denize koştuk. Denize girip biraz şakalaşıp gülüştükten sonra baktık kesmiyor “deve güreşi”ne karar verdik. Çevredeki birkaç zarif çift şaşkın bakışlarla bizi izliyordu. Bizim de festivale gelmiş klasik müzik sanatçılarından daha ziyade tüm gün inşaatta çalışıp yorgunluğu atmak için denize koşmuş bir grup işçiden hallice bir durumumuz vardı. Çağ tutturdu “Abi ben üste çıkmam…” “Oolum saçmalama, çık işte neden çıkmıyorsun?” “Yok abi çıkmam” Mecburen koca Murat Berk, Çağ’ın sırtına çıkıp devesinin kafası kolu oldu. Ben de Melih’in sırtına çıkınca artık güreşerek, nara atarak eğlenmeye başladık. Gece de kumarhanede devam eden eğlencelerimiz uzayınca ben arkadaşlardan izin istedim. “yarın kaçta buluşalım?” bizim çocuklar “…”, tekrar ben: “Bence 10’u geçirmeyelim, buraya konser için geldik, bu bizim için önemli…” “hmm… iyi.. tamam o zaman”. İkinci gün ben 10’da hazır ve nazır beklemeye başlayınca anlaşıldı ki ortada kimse yok. Yaklaşık 11.00 gibi toparlanınca “abi biz dün gece 10 dememiş miydik??” diye çıkışmaya kalktım bizimkilere. Onlar da “gece biraz geç bitince 11.00 diye konuştuk biz en son” dediler. Yani bana haber vermeden prova saatini değiştirmişlerdi. Aman efendim ne kadar bozuldum, ne kadar bozuldum. Bu tam bir saygısızlıktı. Ben bu grubun bir üyesi olarak prova saatinden haberdar edilmeden nasıl bir değişiklik yapılırdı. Tabi şimdinin uzun Türkiye tecrübesi ile ne kadar “kasık” ve alıngan davrandığımı gayet iyi anlıyorum. Birkaç yıl kadar sonra provaların başlangıç saatinde baştan konuşulmasına rağmen yapılan ani değişimler ve ya provaya önce hep beraber bir kahvaltıya gidip “sonra” başlamak gibi uygulamalarımız “işin bir taraftan da keyfini çıkarmak” başlıklı bir dosyada kayıt olmaya başladı. Benim içimdeki baston da yavaş yavaş eridi gitti.
Lorca…
Melih bir gün ben ders yaparken kapımı çaldı. Öğrenciden bir dakika izin isteyip koridora çıktım. “Murat aradı, haftaya Çarşamba boş musun?” “Bakayım bir takvime, ne varmış ki?” “Lorca gecesi diyor, para vermiyorlarmış ama çok kalabalık olacakmış. Grup için iyi olur diyor” “Hep böyle parasız işler zaten grup için iyi oluyor J J neyse Lorca da neymiş ki?” “Bilmiyorum oğlum kalabalık olacakmış, bir sürü ünlüler falan sonradan gruba konser çıkabilir, bak bir Çarşambaya” Çarşamba’ya baktım, uygundu. Melihle tren biletlerini ayarladık, çıktık yola. Tren boyu iki de bir, laf arası birbirimize “Lorcaaa… Lorcaa” diye sesleniyor dalga geçiyorduk. Nedense Lorca’nın adını ben de Melih de daha önce hiç işitmemiştik. O zaman cep telefonundan hemen Google yapma alışkanlığımız da olmadığından “İstanbul’a gidince anlarız” dedik. Provalar Kasımpaşa’da düşük ücrete ya da bedava ayarlandığını düşündüğüm iki üç katlı bir evde yapılıyordu. Binaya yaklaşırken kapıda abartılı biçimde bacak bacak üstüne atmış orta yaşa merdiven dayamış bir kadın gördük. Belli ki hayat kadınıydı, bize seslendi “hşşt yakışıklı, arkadaş olalım mı?” Melih’le önce şaşkın şaşkın birbirimize bakıp sonra kıkırdayarak binaya girdik. Konserde kendi repertuvarımızdan bir seçki çalacaktık. Ayrıca diğer sanatçılarla da benim okul yıllarında solfej hocam olan Turgay Erdener tarafından yazılmış bazı parçalar çalmamız bekleniyordu. Lorca Tango başlıklı parça çok hoştu. Birkaç tane parça da dört çello ve soprano için yazılmıştı. Bazılarını Zuhal Olcay ile bazılarını Turgay ağabeyin eşi Selva Erdener ile çalıştık. Provalar çok keyifli geçti ama biz yine “Lorca” kimdir nedir sormak için fırsat bulamadık. Ara sıra otelde, prova aralarında birbirimize gürlüyorduk “Lorcaaa”. Her neyse, bir iki gün sonra konser günü geldi çattı. Konser şimdilerde bir türlü tamiri bitememiş AKM büyük salonda oldu. Meğer hakikaten çok değerli bir etkinlikmiş. Öncelikle Çellistanbul ev sahibi gibi değişik sanatçıların birer defalık gösterilerinden sonra tekrar tekrar sahne alıyor ve alkışlar her defasında daha da büyüyordu. Gerçekten sahne alan grupların ve sanatçıların tümü çok yüksek kalitedeydi. İspanya’nın Flamenkosu ve Arjantinin Tangoları çok iyi dansçılar tarafından sergilendi ve Zuhal Olcay, Teoman gibi şarkıcılar iyi prova edilmiş güzel şarkılar söylediler ve Mahir Günşıray, Cüneyt Türel, Fikret Hakan gibi ünlü tiyatrocular şiirler okudu. Pek çok sanatçı vardı. Yalnız, gösteri başlamadan bir şey oldu ki o beni çok güldürdü. Biz salona genel prova için geldiğimizde Murat bir anda dedi ki “arkadaşlar hoş bir sürpriz: CNN çekim için gelecekmiş. Çellistanbul ile de konuşmak istiyorlar” biz “aaa, maa” diyene kadar bir anda kulisin kapısında beliren kameraman, ışığı ve spikeri ile bize doğru yürüyüverdi. Ne konuşacağız?? Hiç haberleşmeye fırsat olmamıştı. Sunucunun mikrofonu ilk uzattığı kişi Melih oldu; “Merhaba sayın seyirciler, şimdi Çellistanbul viyolonsel kuvarteti ile birlikteyiz. Atatürk Kültür Merkezi hınca hınç dolu ve Lorca gecesi birkaç saat içinde başlayacak. Merhaba… Önce kendinizi tanıtıp daha sonra da bize Lorca’nın sizin için ne ifade ettiğini söyler misiniz??”. Ben bunu duyduğum anda koptum. Gülmemi durduramıyordum. Hemen kendimi kameranın görüş açısından çıkardım ve Melih’in, hakkında hiçbir şey bilmediğini bizzat bildiğim Lorca hakkındaki açıklamalarını izledim. Ardından Murat sözü alınca Lorca’nın ünlü ve önemli bir İspanyol şair olduğunu Pablo Neruda ya da Nazım Hikmet gibi sanatın pek çok dalına etki eden eserleri olduğunu hatta bir süre de piyano çaldığını öğrenmiş olduk. Gülmekten toparlanamayan ben maalesef Lorca hakkındaki engin bilgilerimi halkımızla paylaşamamış oldum. Bu gece son derece keyifli biçimde devam etti. Sahne üzerinde bir sıra gecesi formatında, neredeyse bir köy meydanına kurulmuş çay bahçesini andıran dekorlar ve ışık ile gruplar kendi masalarında çay içiyor sıraları gelince de harika performanslarıyla herkesi büyülüyorlardı. Ben de bizim performansımızın önemli bölümü bitince elimde bir bardak çay ile sahnede bize ayrılmış masaya oturdum. Keyifle performansları izliyor iyice rahatlamış bir eda ile bacak bacak üstüne atmış bir halde aheste aheste bacağımı sallıyordum. Bazen de seyircilerin arasına girip çıkıp arada bana el eden Melih, Murat ve Çağ’a göz kırpıyordum. Tam o sırada ışıklar karardı ve müzik oldukça sert ve şuh bir hal aldı. Baba Zula adlı grup sahne almıştı. İki kadın dansçı sahnede simsiyah makyajları ve file çorapları ile kışkırtıcı bir dans yapıyorlardı. Müzik coştu, coştu ve kızlar benim yanıma kadar geldiler artık onları izlemek için yan dönmem gerekiyordu. Sahneden kalkıp ayrılmak için çok geç kalmıştım J Bir anda ani bir dans figürü ile soyunmaya başlayan dansçı memelerini kapatan kıyafet parçasını çıkartıp savurdu ve ben bu hiç beklemediğim mizansene şahit olduğum için nefesimi tuttum. Elimde çay bardağı, soğuk terim, sallanan bacağım ile büyücek açılmış gözlerim bizim çocukları aradı. Karşımda, seyircilerin arasından karınlarını tuta tuta benim halime gülüyorlardı. Unutulmaz bir gece yaşadık.
Murat’ın Eşiği ve Konservatuvara Son Çiçekler
Çellistanbul ile birkaç defa Melih ve benim öğretim üyesi olduğumuz Anadolu Üniversitesinde konserler verdik. İlki sanıyorum 2006 Yılbaşı konseriydi. Anadolu Üniversitesi Senfoni orkestrasından dört çellisti de aramıza katarak sekiz çello haline geldik. Villa Lobos’un ünlü ve pek sevilen Bachianas Brasiellieras adlı Soprano ve sekiz çello eserini Selva Erdener’i davet ederek gerçekleştirdik. Aynı konsere yerel Tango dansçılarını da davet ederek danslı ve hoş bir gösteri oluşturduk. Bu konserden sonra Eskişehir’de tanıyanımız artmıştı. Daha sonra Uluslararası Eskişehir Festivalinde Büyükşehir Belediyesinin 1800 kişilik salonunun tümünü doldurup hatta sandalyelere bile bilet kestikleri bir konser yaşadık. Eskişehir Festivali çok az ücret verebiliyordu. Zeytinoğlu Vakfının yıllarca büyük özveri ile gerçekleştirdiği ve şehire kültür sanat anlamında büyük katkı sağlamış festival zaten maalesef daha sonraki yıllarda devam edemedi. Biz çok keyifli bir programla sahne aldık ve seyirci konserde son derece coşkun biçimde karşıladı bizi. Konserden sonra Arkadaşlarla hep beraber bir Pub’a gidip birkaç bira içtik. Sonra gitme vakti geldi. Ben de Çellistanbul ile sonraki bir konsere hazırlanmak üzere İstanbul’a gidecektim. Beraberce İstasyona yürüdük. Yataklı trenden bir kompartıman kiralamıştık. Yol boyunca uyuyup ikinci gün de provalara devam etmeyi düşünüyorduk. Murat yürümekten yorulmuş hafif sızlanır durumdaydı. Ben zaman zaman yataklı vagonu kullandığımdan tecrübeme güvenip, Murat’a da bir yardımım dokunsun diye “Murat’çım ver çellonu kuşetin altına koyalım” dedim “Doktor bir şey olmasın orada” dedi. Ben de “yok be güzelim ne olacak ben hep koyuyorum” dedim. Beraberce iterken çellodan bir çatırtı geldi. Stresle birbirimize baktık, çelloyu açtık ki ne görelim eşik düşmüş teller tamamen dağılmış. Murat sinirlendi “Doktor senin yapacağın işi bilmem ne yapayım” ben de hafif mahcup “abi ben hep koyuyordum buraya, ne bileyim ben…” “Ne olacak şimdi???” Melih her zamanki uzlaştırıcı tutumu ile herkesi sakinleştirdi “çekilin bir dakika, hiçbir şey olmamış ki buna sadece köprü düşmüş, şimdi ben geri takarım onu” Biz Murat’la birbirimize anti-pati ile bakıp çellonun başından çekildik. Melih köprü yerleştirme konusunda pek beceriklidir, çelloyu bir oraya bir buraya çevirir, nişan alır gibi gözlerini kısıp bir orasından bir burasından bakar. Bu sefer de köprüyü yerleştirip akordu yapması 5-6 dakikasını aldı. Biz de Murat’la yarı küskün yataklarımıza çekildik. Biraz sonra Murat’ın bana muzip bir küfür etmesi ile hepimiz gülmeye başladık. Her şey tatlıya bağlanmıştı. Bu konserden sonra uzun zaman Eskişehir’de konser vermek fırsatı çıkmadı. Dinleyicimiz bizi facebook’tan takip ediyordu. “Çiçek krizi” yıllarca sonra koptu. Çellistanbul Sinema Anadolu adlı üniversitenin öğrencilere ücretsiz sinema göstermek için kullandığı salonda bir konser verdi. Konser arasız olacaktı. Sahneye çıktığımızda yine keyifli bir kalabalık bizi alkışlarla karşıladı. Ben ilk zamanlardan beri, özellikle verdiğim konferans ve seminerlerin de getirdiği avantajla konser başlarında dinleyiciye seslenme konusunda görevliydim. Bu konsere de çıktığımızda söz alp bir iki kelime ettim. Oğlum Bora’da seyirciler arasındaydı. Onun da hoşuna gideceğini düşündüğüm için sahnedeki konuşmaları biraz uzun tutayım diye gayri ihtiyari düşündüğümü hatırlıyorum. Birkaç parça çalıp iyice rahatladıktan sonra baktım ki hava çok sıcak oldu, ayağa kalkıp “evet… sizlerle olmak büyük keyif. Bu bizim üniversitede ilk çalışımız değil ama sinema Anadolu da çalmak da oldukça keyifliymiş” dedim. Sonra “hava biraz sıcak oldu değil mi? Sizleri şimdiden uyarayım daha konserin bitmesine var. Konser arasız olacak o yüzden bence arka kapıları biraz açalım da hava gelsin. Bu arada mesela daha çiçekler için çok erken! geri gidebilirler” diye kendimce esprili bir konuşma yaptım. Halkla İlişkilerin görevlendirdiği iki elaman kapının yanında ayakta çiçek buketleri ile bekliyorlardı. Kalabalıktan birkaç tane çok yüksek sesle gülüş sesi geldi. Tekrar baktığımda çiçek getirenlerin yüzü asılmıştı. Çağ’da bozulduklarını fark etmiş olacak ki “yani ayakta beklemeyin diye söylüyoruz, yoksa çiçekler için çok teşekkürler” dedi. Kalabalık buna da güldü. Konserin kalanını bitirdik ve Çellistanbul’un İstanbullu yarısını şehirlerine uğurladıktan sonra, ikinci gün okula derse gitmek için arabama bindim. Bir baktım müdür yardımcısı arıyor. “Ozan, dün konserde tam olarak ne oldu? Halkla İlişkiler müdürü aradı, sen elemanlarını küçük düşürmüşsün dedi” Ben çok şaşırdım. Gereksiz bir alınganlık olduğunu düşündüğümü ve olanları anlattım. O da “öyle tahmin etmiştim” dedi. Bu yanlış anlama bizim müdür yardımcısı Oytun Eren’in beni savunan konuşmasından sonra konservatuvarın konser etkinliklerine bir daha hiç çiçek gelememesi ile sonuçlandı. Halkla İlişkilerin bu gereksiz alınganlığı canımı sıkmış olsa da gereksiz israf olduğunu düşündüğüm “her konserde bir çiçeğin” sonunun gelmesine de böyle vesile olmuş oldum.
Yunanistan’daki dostlarımız
Yıllık programımızı yaparken Murat “Arkadaşlar, Atina senfonide arkadaşım Dmitris vardır. Geçen o aradı da… Bu yıl onunla da bir konser yapsak hoş olabilir” dedi. “Nasıl bir çellist? Çok iyi mi?” diye sordum. “Biraz yaşça bizden ileri ama besteleri falan var, sonuçta Atina Senfoninin grup şefi” diye yanıtladı Murat. Konser başvuruları arasına kattık ve İzmir’den bir salon onaylayınca Dmitris ile de yazıştık. Onun bir eserini de seslendirecektik. Türk Yunan dostluğu tadında bir şeyler düşünüp bir de isim verdik konsere. Konser zamanı yerel basından da ilgi oldu. Röportaj falan yapıldı. Dmitris bizlerden 10-15 yaş kadar büyük aslında epeydir orkestrada çalmaktan biraz “hamlamış” ama tecrübeli bir çellistti. Provalar ve konser keyifli geçti. Prova sonrasında bir iki mezeli, balıklı içki sofrası dostluğu pekiştirdi. Eserinin de çalınmasından memnun olan Dmitris bizi de bir gün Atina’ya davet edeceğine ant içip ayrıldı. Yaklaşık bir yıl kadar sonra hakikaten Atina senfoninin davetlisi olarak konser organizasyonumuz yapılmıştı. Atina senfoninin gönüllü ve kendine güvenen dört çellisti bize katılacak ve hep beraber Benaki Müzesi’nde 2009 yılının Nisan ayında bir konser verecektik. Programda yine Villa Lobos’un Bachianas Brasileiras’ından seçkiler vardı. Çok heyecanlandık ve sevindik. Yurtdışında bir konser vermek için davet edilmek çok güzel bir gelişmeydi. Hemen notaları edinip iyice hazırlandık. Tarih gelipte Atina’ya uçağımız imnince Dmitris’in dost yüzü havalalnında bizi bekliyordu. Dmitris bizi havaalanından otelimize götürmek için bir Dahiatsu Terios kiralamıştı. İki kişi arabaya sığmadı, ayrılıp taksiye bindiler. Ben de yanıma çoğunlukla bir çocuk tabutuna benzetilen aliminyum çello kutumu almış bulunmuştum. Bu çello kutusunun Teriosa sığacağı yoktu. Bir böyle çevirdik bir öyle çevirdik, hayır.. sığmıyordu. Bu arada biranda Dmitris ile fark ettik ki kutuyu her çevirişimizde kiralık arabanın tavanındaki döşemeyi sıyırmıştık. Biranda keyfimiz kaçtı. Arabayı nasıl geri verecekti? Ekstra para isterlerse ne yapacaktık? Neyse öfleye pöfleye otelin yolunu bulduk. Dmitrise sabah 10 gibi çalışmaya başlamak istediğimizi söyledik. Dmitris gülümsedi “yaparız, yaparız…” gibilerden bir şeyler söylenip gitti. İkinci gün prova için bizi almaya geç geldi “bizim çellistlerle öğleden sona diye konuşmuştum ben” dedi. Biz konserin iyi geçmesini çok önemsiyorduk. Mümkün olduğunca uzun ve verimli prova yapmak istiyorduk ama daha sonra daha da net anladığımız üzere Atina’daki meslektaşlar çok daha “rahat” bir tavır sergilemekteydiler. Biz ne zaman prova istesek önce yemeği ya da akşam gideceğimiz “tavernayı” söylediler. Provalar sırasında çok eğlenceli bir zaman geçirdiğimizi söylemeliyim. Hem grup olarak bizi çok beğendiler. Hem de çok dostça davrandılar. Konserden bir gün önce Dmitris bizi adadaki yazlığına davet etti. Bu yazlık ziyareti bizim için unutulmazdı. Önce bir fırına börek “banitza” siparişi verildi. Sonra kasap, yeşillik alışverişi vs derken saat geldi, bir vapura binip hep beraber adaya gittik. Yazlığa geldiğimizde Dmitris’in karısı bizi evde bekliyordu. Sıcak bir karşılama ve kısa bir sohbetten sonra alt katta bize yatak hazırladıklarını söyledi. Biz şaşkınca birbirimize baktık “biz bu gece burada mı kalıyoruz?? Diye sorduk. “Hayır, size akşam keyfi için yatak hazırladık” dediler. Hakikaten akşamüstü 16 civarı bize hazırladıkları divan üstü yataklara uzanıp bir süre kıkırdadıktan sonra gözlerimizi kapatıp azıcık daldık. Uyanıp ortaya çıktığımızda Dmitris mangalla ilgilenmeye başlamıştı bile. Bize “isterseniz biraz deniz kenarına inin, kumsalda dolaşın” dedi. Biz de sözünü tuttuk ve aşağıya kumsala indik. Böyle bizim sakin kıyı köyleri tadında bir yerdi bu ada. Biraz da havanın serin ve rüzgârlı olması nedeni ile sanıyorum kimsecikler yoktu. Kumsalda ayakkabılarımızı çıkarıp biraz yürüyüp sükûnetin keyfini çıkardık. Bir taraftan da denizin zaman zaman sert zaman zaman yumuşak dalgalarının seslerini dinliyor arada bir iki kelime konuşuyorduk. Murat gelirken biraz soğuk algınlığından şikayet ediyordu. “Doktor ben gidip burnuma su çekeyim iyi gelir deniz suyu” dedi. “Nereden çekeceksin? Her yer kayalık, düşme sakın” dedim. “Düşmem doktor” dedi ve kayalıkların arasında kendine uygun bir yer aramaya koyuldu. Melih ve Çağ terke edilmiş kenarı kırık bir frizbi ile birbirlerine pas atıyorlardı. Baktım ki Murat kendine bir köşe bulmuş, güldüm “bizimkine bakın” diye çocuklara seslendim. Murat kayalıkların arasına ayaklarını dayamış yere uzanıp burnuna su çekti. İkinci defa uzandığı anda nedense kocaman bir dalga oluştu ve bir anda tüm üstü başı su içinde kaldı. Koşar adım eve döndük ve Murat’ı ıslak bir kedi gibi saç kurutma makinasına tuttuk. Dmitris mangalı başarı ile yakmış ve etlerin büyük kısmını kızartmıştı bile. Hep beraber rakıları koyduk ve banitzalarımızdan birer dilim aldık. Çok güzel akşam yemeği olmuştu. Dmitris ve eşi ile uzun uzun sohbet etti ve Atina’ya dönen son vapuru yakaladık. Konser çok iyi geçti. Atina senfoninin çellistlerinden bir tanesi oldukça iyi bir çellistti diğerleri de işlerini becerebilen bir süredir orkestra dışında pek bir proje yapmadığını tahmin ettiğim çellistlerdi. Konserden sonra hep beraber güzel bir yemek ve içki sofrasına oturduk. Çağ’ın doğaçlama becerisi ve merakı bir de Atina’da bize ilginç bir gece yaşatmıştı. Bizim konserimizin olduğu akşam Dmitris’in kızı bir Rock Band’e çalıyordu. Dmitris “konser sonrası zaten bir şeyler yapacaız ama isyerseniz herkez ayrıldıktan sonra devam edebiliriz, benim kızın çaldığı barda size birer bira ısmarlayayım mı?” deyince kıramadık tabi. Gecenin geç saatlerinde sokak aralarından geçerken bir sürü bar ve ya onların tabiri ile tavernanın önünden geçiyorduk. İçerileri pek hareketliydi. Pek çok tavernada dans edenler masaların üzerine çıkmış epeyce coşmuştu. O aralar belli ki pek popüler bir şarkı vardı “Po Poli Poliii”. Her yerden bu şarkı geliyor bizde taklit edip kıkırdıyorduk “po polii poliii”. Özellikle Melih çok komik hareketlerle bu nakaratı söylüyor bizi gülmekten öldürüyordu. Bir ara baktık ki Çağ paşa ortadan kaybolmuş. Meraklanıp bakınmaya başladık onu 100 metre ilerde bir tavernada halkla kaynaşmış masa üstünde dans ederken gördünce kapıdabn seslendik “po polii poliii”. Dmitris de bizim bu keyifli hallerimize bayılmıştı. Kızının çaldığı bara gelince baktık ki burası biraz daha sofistike. Biraz efendileşip oturduk. Müzik güzeldi. Kızı konservatuvarın son yıllarında orta karar bir çello öğrencisiydi. Bir süredir doğaçlamaları ile bu Rock Band’e katkı sağlıyordu. Biraz içip dinledikten sonra ara oluverdi. Kız yanımıza geldi babasının arkadaşları ile tanıştı. Dmitris Çağ’a dönüp “aradan sonraki ilk parçada şöyle bir şeyler çalsan??” Çağ bir anda bebeyaz oldu “Nasıl yani?? Ne çalıcam??” Dmitris tatlı talı “bir şeyler çal işte yaa” deyince anlaşıldı ki mecburen Çağ “bir şeyler” çalacak. Çağ iyice sessizleşti. İki de bir bizden yardım ister gibi “Ne çalcam abii??” deyip duruyor, bizim tuzu kuru halimizle “çal oolum bir şey işte” yanıtlarımızla yalnızlaşıyordu. Zaman geldi ve Dmitris’in kızı Çellistanbul’un adını anons edip biraz giriş konuşması yaptıktan sonra Çağ’ı sahneye davet etti. Çağ sahneye yürürken tamamen dirildi. Kafasında pek moda “hip” bir kasket ile sahneye çıktı ve herkesi selamlaı “Hiii evreybody, are you havng funnn?? Yeahhh” Biz gülmeye başladık. Çağ bir anda Amerikalı zenci şarkıcı moduna bağlamıştı kendisini. Parça başlayınca yavaş yavaş ısınıp baya etkileyici bir doğaçlama solo patlattı ve bütün misafirlerin coşkun alkışını aldı. Hakikaten çok şekerdi sahnede ve daha da iyisi harika bir enerji ile çalmıştı. Bizim yanımıza gelince dördümüz coşku ile sarılıp hoplamaya başladık. Bir taraftan da nakaratı söylüyorduk “po polii poli”
Çellistlerden bir tanesi Buzuki çalıyordu. Ortak şarkı türküler eşliğinde harika bir ziyafetten sonra İstanbul’a dönmek üzere uçağımıza gittik.
Nermin Bezmen ve Ailesi
Çellistanbul’dan ayrılmaya karar verdikten 3-4 ay sonra 2015 Mayıs ayında Ebru Özbay ile evlendim. Ebru’nun eşyalarını eve yerleştirirken pek çok kitabının arasında Kusr Seyt ve Shura, Sır, Kurt Seyit ve Murka, Bizim Gizli Bahçemizden, Aurora’nın İncileri gibi kitaplarını bir arada görünce şaşırdım. “Ebru, sen Nermin Bezmen’i çok beğeniyorsun herhalde” “Aaa, Nermin Bezmen’e bayılırım. Sen hiç okudun mu? Ben çok kitabını okudum. Hatta sana da bir tane hediye etmeyi planlıyordum.” “Ben Nermin hanımı tanıyorum. Biz benim kuvartetle onun evinde konser vermiştik. Hatta oğlunu kızını da tanıyorum. İlginç ve hoş isimleri var; Pamira ve Pamircazım.” “Gerçekten mi??” “Evet, tabi her zamanki gibi Murat ayarlamıştı. Pamir Bezmen’in ölümünü anmak için dostlarını evlerine davet etmişti aile. Çok zarif bir evleri var. Nermin hanım da son derece zarif bir kadın. Biz de müziğimizle katıldık…” Pamira ve Pamircazım çok enerjik, yaşam dolu ve sevimli iki genç kardeş olarak bize çok ilgi göstermişti. Uzunca müzikten ve İstanbul’dan onların iş projelerinden sohbet ettik. Daha sonraki yıllarda Facebook’dan takip ettiğim kadarı ile Pamira Amerika’ya yerleşti ve evlendi. Sonra da bebeği oldu. Nermin Bezmen o akşamki tanışmamızdan sonra Çellistanbul’un tanınırlığına katkıda bulunmak için birkaç kez daha çok seçkin konukları olduğunda bizi davet etti. Pamir bey için olan gecede Melih Fereli ile de tanıştım. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Vehbi Koç Vakfı, Borusan Kültür Sanat ve benzeri kuruluşlarda üst düzey yöneticilik yapmış sanat kurumu yöneticiliği ile güçlü bağlantıları olan bir insan. Aynı zamanda son derece hoş sohbet ve keyifli biri. Bana daha sonra klasik müziği yayma çalışmalarımda yön önermesini ve doğru kişilere ulaşmakta yardımcı olabileceğini düşündüm. Özellikle “Klasik Müzikle Tanıştır” projemi ona açtım. Türkiye’nin çeşitleri yerlerindeki gönüllü müzik öğretmenleri benim hazırladığım materyalleri kullanarak çevrelerinde Klasik Müziğe İlk Adım attırabileceklerdi. Burada istediğim sadece bu materyalleri kullananlara yolluk yevmiye gibi bir ücret sağlamak yolu ile yardımcı olunmasıydı. Bu yolla Türkiye’nin her yerinden programa katılmak isteyenlerin çıkacağını düşünüyordum. Melih bey de bu fikrime coşku ve sıcaklıkla katıldı. Maalesef Borusan Kültür Sanat’ın yönetim kurulu toplantısından olumlu bir sonuç çıkmadı. Ancak güzel bir tanışıklık oluşmuş oldu. O gece Çellistanbul’u sonradan konser etkinliği için davet etmek isteyecek pek çok kişi ile tanıştırmış oldu Nermin hanım. Bizimle Bezmen’lere gelen bir arkadaşımız daha vardı; Bülent Evcil. Bülent altın tonlu bir flüt ustasıdır. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda birinci flüt olmanın yanı sıra solo konserlerde ve oda müziğinde de ismi sıkça duyulur. Özellikle flütçüyüm diyen herkesin çok iyi tanıdığı bir isimdir. Ben de Borusan’da çaldığım dönemlerde onun flütünden çıkan tonu duyduktan sonra çalgıya daha bir ısınmış, bundan sonra flütçü dinlemek daha da zorlaşacak diye düşündüğümü hatırlıyorum. O gece onun da katılımı ile beraberce tangolar ve hüzünlü parçalar seslendirdik. Bülent’in de çalabilmesi için yapılmış bir iki düzenleme vardı. Daha sonra birkaç konserde Bülent ile İzmir’de ve İstanbul’da buluşup düzenleme sayısını arttırmak suretiyle konserler verdik.
Abi Bir Gece Önce Gelinde Notaları Ayıklayalım!
Çellistanbul’un yaşamını sürdürebilmesi için en önemli ihtiyaçlarından biri de repertuvardı. Murat ne zaman yurt dışına çıksa kuvartet için notlar alır, bize de “abi siz de kırk yılın başı nota alsanız. Siz Çellistanbul değil misiniz?? Her şeyi benden beklemeyin!” diye zaman zaman sitemde bulunur. Biz de hep beraber “adam haklı yaa.. Tamam, Murat bir dahakine söz” falan derdik. Ancak bu hiç gerçekleşmez, yine nota arayan bulan ve gerektiği zaman da hatır gönül kullanarak düzenleten hep Murat olurdu. Ben baştan itibaren şu Amerikancı iş disiplini ile alınan notaların ücretlerinin hesaplanması ve gruba bölünmesi gerektiğini söylemiş olsam ve Murat’ın da “e bi zahmet” diyip durmasına rağmen bu da maalesef hiç gerçekleşmedi. Murat notaları satın alıyor ve evindeki kütüphanede biriktiriyordu. Tabi bu kütüphane önceleri o kadar dağınıktı ki; her konserden iki üç gün önce Murat’ın evine gidilir tüm notalar çıkar ve ayıklanırdı. Ancak bu şeklide gereken notaları bulup bir araya getirebiliyor, partisi eksik notalara beraber hayıflanıp konser programından mecburen çıkarıyorduk. Yani repertuvar bazen o sırada kütüphaneden neyi bulmayı başardığımıza dayanarak oluşurdu. Bir ara tüm kütüphaneyi daha düzenli kabul edilen benim ele almam ve dolayısı ile Eskişehir’e taşımamız gündeme geldi. Ancak bu da çok pratik değildi. Ayrıca Murat nadir de olsa “piyasa” iş olduğunda başka birkaç kişiyi bir araya getirip, bu notaları onlarla okuyup para kazanabiliyordu. Notalar da tümüyle Muratta durduğu için Çallistanbul’un varlığının en somut envanteri Gümüşsuyu’ndaki evin kitaplığının büyük bir kısmını kaplamaya devam edecekti. Murat son birkaç yıldır kütüphanesini daha düzenli hale getirdi. Yine de bütün salona notaları yayıp elimizde sigara kül tablası arayıp, Murat’ın bana “doktor, uzun incenin senin partiyi buldun mu?” “Benim parti derken? Sen bana şimdi üçü buldum demedin mi?” “Doktor sen bunda üçü mü çalıyordun?” “yaklaşık 10 yıldır canım” “doktor küllüğü ver… kola istiyor musun?” Böyle tatlı mesut nota ayıklamalarımız arada Murat’ın “gelirken insan bir litre kola alır, iyice hazıra alıştınız” takılmaları ile geçen günler birbirini kovaladı durdu. Bir de söylemeden geçemeyeceğim; biz Eskişehir’den dar zamanda konser var diye İstanbul’a gelir, kısıtlı prova saatini nasıl uygun biçimde böleceğiz de tüm eserlere konserden önce bakabileceğiz diye kendimizi paralarken Murat’ın yeni aldığı notaların heyecanı ile “yeni notalar aldım bir 15 dakika şunları okusak” diye iyi niyet ve tatlılıkla soruşuna genelde birbirimize kısaca göz atıp “Abi şuan ona zaman var mı sence??” diye çocuğu yıllar boyu sükutu hayale uğrattık. Ancak öyle ya da böyle bir uygun zamanda bir şekilde okuyup repertuvara aldığımız öyle güzel eserler oldu ki Murat’ın emeklerine değdi diye düşünüyorum. Ravel’in aslında bir orkestra eseri olan “Pavane”ı bunlardan biridir. Her yerinde Fransız dilinin bol “ünlü harfleri” ile yumuşacık uzayıp giden akorları, Cedez (ağırlaşma) ve Au vif’lerle süslü tempo değişimleri ile Pavane oldukça renkli bir eserdi. Biz orkestral versiyonunu birkaç defa duymuş olmamıza rağmen bu tip eserlerde öncelikle kendi yorumumuzu oluşturmaya çalışırdık. Yani önce notanın üzerinde yazan terimleri iyice gözden geçirip, karakterlerin ne olması gerektiği hakkında konuşurduk. Tempo değişimlerinin “içselleşmiş ve doğal” olabilmesi için pek çok defa tekrarlayıp onlara güzel bir ayar çekerdik. Tabi dört çello bir şey çalmaya kalkıp da bolca zamanı entonasyon için ayırmamak neredeyse imkânsız. Birbirimizi ağır çalarken dinler, iki çello ya da üç çello çalarak son kontrolleri tamamlardık. Şimdi düşünüyorum da iyi bir oda müziği müzisyeni olmanın en önemli şartlarından biri seninle aynı anda çalan seslere ve çalanların beden diline gösterebildiğin duyarlılık. Bunun tersi yönü de duyarsızlık; olan biteni fark etmeme, halk arasında dendiği gibi kendine çalıp kendin dinleme olabilir. Böyle ince ince provalar yaparken eserlere hâkimiyetimiz iyice artar ve kendimizi tam güvende hissetmeye başlayınca spontan jestler, rubatolar, vibrato ve yay süslemeleri yapar birbirimize adeta “laf atardık”. Bu spontan tatlılıklar artınca hepimizin kalbi bardağa aniden konmuş kola gibi taşıverir, bir taraftan çalarken gülümseyerek “asssaaaa” diye keyifle nara atar, dile gelirdik. Bazen de birimizin çalışındaki bir ayrıntıya takılır ona aynı pasajı birkaç defa çaldırıp kafasını ütüler, bir taraftan da bozluyor mu diye nabzını tutardık. Bazen benim kalın, kök sesi olarak çaldığım sesin entonasyonuna, Murat’ın solosundaki pozisyon değiştirmelerin yumuşaklığı ya da çıkan sesin kalitesine, Melih’in tempoyu istemsizce çekişine ya da yay artükülasyonuna, Çağ’ın daha klasik ve sade duyulması beklenen bir yeri fazla yağlı ballı çalmasına takılır orta yolu bulduğumuza kanaat getirince başka bir müzikal problemi çözmek için aranmaya devam ederdik. Ne kadar çalışır ve anlaşırsak da bir türlü istediğimiz gibi olmayan pasajlarımızın dedikodusunu kahve sigara paydoslarında baya yapardık. Örneğin Popper’in Konser Polonezi CNN 5N 1K adlı televizyon programı ve İstanbul Festivali’de dahil pek çok defa seslendirdiğimiz bir eserdir. Her yeri çalgı tekniği gösterileri le dolu ancak bir taraftan da son derece hoş melodilerin her bir çelloyu sorumlu tutarak dolaştığı bir eserdir. Girişte benim kalın tek notalarımın üzerine ritmik ve dinamik sıçramalar ile cereyan eden Murat ve Melih’in çaldığı kısım vardır. Bu kısmı yıllardır defalarca ayarlamaya çalıştıysak da Melih yayın kökünde kısa, sıçrak ve az vibratolu, Murat’sa yayın ortasında bol vibratolu ve yerden çalar. Hala da öyle çaldıklarını tahmin ediyorum J Tanınmış besteci Yalçın Tura’nın genç kuşakta hem kemancı hem besteci olarak kendini duyurmuş oğlu Hasan Tura’nın Aşık Veysel’in “Uzun İnce Bir Yoldayım” adlı türküsünden ilham alarak hazırladığı “deyişi” yine bizim neredeyse her konserde seslendirildiğimiz eserlerdendir. Özellikle ortada bir yandan türkü temasından türemiş Rok stili bir kadansla ortamı iyice enerjik ve coşkun hale getiren başında ve sonunda uzun ince bir yolu çağrıştıran sürekli “giden notalarla” türküye eşlik eden yapısını pek başarılı bulduğum bu deyişin pek çok yerini defalarca bir karara bağlamaya çalışsak da özellikle ilk girişte benim çaldığım lasilafalasila’yı bir türlü istedikleri gibi duyamamış arkadaşlarım sayesinde tarihimize ben de bu anlamda adımı yazdırdım J Aramızda kısaca “Uzun İnce” dediğimiz parçanın başında bazen Çağ bir “taksim” atardı. Sonra minik bir düzenleme ile bir nota kağıdını üçe bölüp sekiz on ölçülük bir giriş uydurunca bu taksim pek bir hoş hale geldi. Hatta bazı konserlerde sesinin güzelliği ile bilinen Çağ ve Melih girişte türküden de bir bukle söyleyince bu parça tam bir sahne şovuna dönüşürdü. Melih’in çellosundan çıkardığı tonu andıran sıcak, babacan ve dolu bir sesi vardır. Kırk yılın başı da olsa Mazhar Fuat Özkan’dan parçaları keyiflendiği zaman çellosunu gitar gibi dizine koyup uzakta bir noktaya özlemle bakarak ve arasıra bizlerden birine söylermiş gibi yaparak pek güzel seslendirir. Çağ’ın sesi daha dışa dönük, renkli ve enerjilidir. Ne ilginç değil mi seslerinin tonlarını anlatırken genel çello çalış yaklaşımlarından bahsediyormuşum gibi büyük bir benzerlik var. Murat’ın tonunu ve çalış şeklin daha lirik, nazik ve şarkısal diye betimlemek bilmem uygun olur mu? Benim kendimde duyduğum da genel hatları ile espirili, buluşçu ve enerjik bir çalış. Murat ve ben şarkı söylemediğimiz için seslerimizin nasıl olduğunu da bilen yok. Bu arada Murat’ın en çok sevdiği parçalardan biri Fransız besteci Gabriel Faure’nin “Pavane” adlı parçasıydı. Ne zaman konser programı yapmak için bir araya gelsek “hmmm başka ne çalsak?” diye muallakta kaldığımızda Murat hep “Pavane derimm..” der bizi gülümsetirdi. Murat’la birbirimize bakıp Murat’ın hafif sol tarafına bir dans figürü er bizi gülümsetirdi. Murat’la birbirimize bakıp hazırlanır, sonra Murat’ın hafif sol tarafına bir dans figürü zarafetinde yaptığı reverans ile ilk pizzicatolarımızı çeker, usul usul dalgalanarak Melih ve Çağ’ın çaldıkları hüzünlü melodiye eşlik ederdik. Yine o ana özgü bir hoşluk olup içimizin yağları eridiğinde hafifçe bir nara yükselirdi “assssaaaa”. Sonra da tabi ki kıkırdamalar. Sevgili Sevin teyze hayatını kaybettiğinde de hatırasına Pavane’ı çaldığımızı hatırlıyorum.
Grupta herkesi ayırmadan sevememe rağmen herhalde çocukluğumdan beri en çok zaman geçirdiğim, bir şeyler paylaştığım kişi Melih’di. Melih’le öğrenciyken aynı yurt odasında kaldığım bir yıl ve daha da küçükken benden çok ileri olan bir ağabey olarak sınav parçamı çaldığım günlerim vardı. Ders verdiğimiz konservatuvarda da omuz omuza çalışmaya devam ediyorduk. Onun solo çaldığı “Nove De Julho” adlı tangoda ikimizin adeta birbiri ile sohbet eden partilerini çalmak hep çok keyif vermiştir bana. Sanki onun mırıldandığı bir melodiye bende tamamlayarak cevap veriyor onun hiddetini yumuşatıyor bazen de onun partisine enerji veriyordum. Nove de Julho Nazaret adlı Arjantinli Tango bestecisinin hoş bir parçasıydı, “Temmuz’un 9U” demek. Yani Nazaret 1816’da Arjantinin İspanya’dan bağımsızlığını kazandığı günü anlatıyor. Daha doğrusu yazdığı müzikle bize anlattırıyor.
Şener Şen ve Tolga Salman taklitleri
Murat ne kadar bol nota aldıysa, düzenlettiyse de aralarından en çok tangomuz çalınan repertuvar listesine kendisini atmayı başardı. Klasik repertuvarın güzelce eserlerinden dört çelloya uyarlanmaya uygun olanları çok fazla değildi. Hem eserin bizim dinleyicimize hitap etmesi, hem düzenlemenin yeterince dolu ve detaylı olması hem de bizim çalmaktan keyif almamız gerekiyordu. J.S. Bach’ın Air’i mesela neredeyse her konserin ilk parçası olmuştur. Dediğim kriterlerin tümünü karşılıyordu. Hatta Çağ’ın Türk Müziği tarzı Taksimi ile bir giriş yaptığı zamanlar tam bir Doğu Batı geçişi yaratıyor dinleyiciyi adeta hipnotize ediyordu. Konserlerimizin vaz geçilmezi Eduard Pütz’ün orijinal olarak dört çelloya yazdığı “Tango”suydu. Bir taraftan son derece keskin ritimleri ve aksanları bir taraftan da oldukça flörtöz kısımları ile çok etkili bir tangoydu. Bu parça da bizim CNN kanalında 5N 1K programında seslendirdiğimiz parçalarımızdan biriydi. İlk günden itibaren en sevilenlerden olmasına rağmen özellikle yayları hangi kısalıkta yapacağımız, keskin ritmik kısımlardan sonra nasıl flörtöz ve şarkı söyleyen kısımlarda kontrast yaratacağız diye üzerinde her seferinde iyi bir prova zamanı geçirdiğimiz bir parçaydı. Tangolarımızın ilki Pütz’dü ama onu Liber Tango, Oblivion, Carlos del Casstel’in “Una Cabetza” adlı parçası (Kadın kokusu adlı filmde kör Al Pacino’nun genç bir kadınla yaptığı tangodan hatırlarsınız) , Piazzola’nın mevsimleri, Nazareth’in solosunu benim çaldığım “Garoto”, solosunu Melih’in çaldığı “Nove De Julho” ve daha niceleri izledi. Özellikle 2011-2013 arasında pek çok konserimizin programını doldurmaya başlayan Tangolara hem düzenlemeleri, hem doğaçlamaları ile piyanist Orçun Orçunsel’i hem de Bandeneonu ile Tolga Salman’ın parçalarını da ekledik. Milli Reasüreans’da, Borusan Konser Evinde, İzmir’de Saygun Konser Merkezinde, İstanbul’da Fulya Sanat’ta, Ankara Tevfik Fikret Lisesi’nde ve şimdi hatırlayamadığım pek çok yerde konser verdik. Orçun hem aşırı derecede yetenekli ve becerikli bir müzisyen hem de son derece şeker bir insandı. Tango çalarken hemen doğaçlamaya geçebiliyordu. O sırada tek problem cep telefonu kullanmıyor olmasıydı. Prova da konser saatinde ya da programdaki herhangi bir değişikliği bildirmek mümkün olmadığı için ne zaman bir değişiklik olsa birbirimize bakıp “Orçun ne olacak??” diyorduk. Her ne olursa olsun bir şeklide konsere sorunsuz çıkan Orçun her seferinde bizi güzel çalışıyla gülümsetiyordu. Çocukluğumda konservatuvarda sınıf arkadaşım Koray’ın ve dolayısı ile hepimizin ağabeyi olarak tanıdığım kemancı Tolga Salman yıllar içinde farklı yaşam yollarından geçip Ankara Devlet Opera ve Balesinde koro sanatçısı olmuş ve bir taraftan da pek tutulan bir Bando neon sanatçısı olarak oldukça aktifti. Bandoneon’un Tango’da yadsınamaz bir tınısı ve armonik zenginliği vardı. Hele bir de sahneyi tam olarak dolduran Tolga tarafından çalınınca bambaşka bir güce dönüşüyordu. Tolga’nın çalgısına ve Tango geleneğine hakimiyetinden başka biz özelliği de çaldığı eserler sırasında bendeni ve ruhu ile müziği yaşaması ve bu sırada ortaya çok hoş ve anlamlı görseller çıkartmasıydı. Biz kendimizce klasik müzik dünyasında Fazıl, Gidon Kremer, Steven İsserlis ya da Vengerov gibi “kendinden geçerek” çalan müzisyenlere alışık olduğumuzdan Tolga’nın hareketlerinin farkında olsak da konuşmaya gerek görmemiştik. Ancak bir gün konser sonrası Şener abi ile hep beraber kutlama yemeği yerken Şener abi’nin Tolga’yı taklit ederek sessiz bir mimik konseri vermesi ile oldukça eğlenmiştik. Hayali bandeneonunu körükleyip başını bir oraya bir buraya kendinden geçmişçesine sert hareketler ile atan Şener abi arada gülmekten kırılan Tolga’ya darılıyor mu diye bir göz atıyor sonra “kusura bakma üstad?” diyordu. Konserlerimize sık sık gelen ve bazen de yakın dostu ve tam bir klasik müzik meraklısı olan Kayhan Yıldızoğlu’nu da getiren Şener ağabeye ve arkadaşlarına benim 60 Dakika’da Klasik Müzik adlı kitabımdan armağan etmiştim.
Oda Müziği
“Kendinden geçmeyen, dostunu göremez” Eğer oda müziğini bir atasözü havasında açıklamak istersek bu sözler gayet uygun bence. Beraber çalmak egolardan sıyrılmak demektir. Kendin azıcık bile daha fazla çalsan herkesten entonasyonunu, ses rengini ayırt etmek dolayısı ile diğer çalanlara uyum sağlamak çok zorlaşır. Çünkü sana model olacak diğer sesleri yeterince duyamazsın. Yani iyi oda müzikçi olmak istiyorsan beraber çaldığın kişilerin her çıkardığı sese güç, zaman, enonasyon, duygusal içerik (karakter) açısından duyarlı olmalısın. Oda müziği çalmaktan daha çok dinleme becerinin niteliği ile ilgili dersek yanlış olmaz. Profesyonel müzisyenler işitme becerisini pek çok kategoride sürekli etkin biçimde kullanan keşilerdir. Ancak oda müziğinde işitme becerini aktif biçimde kullanmak konusu öncelik haline gelmektedir. Senden önce seninle aynı zamanda ya da senden sonra çalanın kullandığı ses rengi ve enerji de olmak üzere pek çok detayı fark etmek gerekir. Çellistanbul’da aslında zaman içinde geliştirdiğimiz en önemli beceri de birbirimizi hem uyum hem de geliştirici öneriler için dinlemekti. Çağ spontan biçimde çaldığı melodinin sonunu yavaşlatmaya karar verdiğinde bizim bunu onun “öncül” tavırlarından çıkarmamız gerekiyordu. Notaya her ağırlaşma hızlanma ya da benzer rubatoları not edemezdik. Her zaman aynı yerde aynı şeyleri yapmak sürpriz faktörünü öldürür müziği yaşayan ve hep değişen bir olgu olmaktan çıkarırdı. Size de yabancı geleceğini sanmıyorum. Bir yakınızı düşünün, eşiniz, kardeşiniz, anneniz olabilir; telefonla konuşurken kullandığı ses tonundaki minik tavır farklılıklardan kiminle konuştuğunu tahmin edebilirsiniz çoğunlukla. Daha da ileri gidelim; konuşmaya ne kadar hevesli olduğu, kapatmak isteyip istemediğini, konuşmanın sonuna yaklaşıyor olduğunu bile kestirmek imkânsız değildir di mi? İşte biz de partnerlerimizin spontan müzikal hareketlerini böyle kestiririz. Kestirebildiğimiz zamanlar da “oda müziği” için pek sihirli anlardır. İçinizi hoplatır, yüzünüzü gülümsetir, arkadaşlarınızı daha da bi “seversiniz” o zamanlarda. Oda müziği gruplarının çoğunlukla sosyal olarak yaşaması pek zordur. Partnerlerinizin müzikal ve sosyal istekleri sizin düşündüğünüzden farklı olabilir. Hatta bir prova içerisinde defalarca ayrılığa düşersiniz. Bir notayı yayın neresinde çalmak lazım?, ne kısalıkta? Nasıl bir duygusal içerikle? Buna kim karar verecektir? Bir siz bir arkadaşınız sırayla mı? En yaşlı olan mı? En becerikli tekniği olan mı? En tanınmış olan mı? En baskın karakter mi? Argüman ne olursa olsun, argümanın gücünü kendi niteliği verir. Notada ne yazıyor? Besteci ve döneminin tarzına hangisi daha uyumlu? Hangisi daha güzel duyuluyor? Gruba yeni katılmış tecrübesiz bir meslektaş da en tecrübeli de adaletin karşısında eşit olmalıdır. Adalet de önerinin niteliğinde yani uygunluğundadır. Bir vidaya 4 kişi somun ararsınız hepsini dener en rahat döneni ve güzel görüneni takar geçersiniz. Sonra başka bir vidaya biraz daha zor dönen ama çok yakışanı takasınız da gelebilir. Tartışarak bulursunuz çareyi. Önerilerinizi dile getirir ve meslektaşlarınızın önerilerini tartışırken kullandığınız elimeler, beden diliniz ve enerjiniz oda müziği grubunun huzuruna büyük katkıda bulunur. “Abi pessin… Doktor vibrato yapsana orada, hiç vibrato yapmıyorsun… Melih çekiyorsun kardeş… Çağ kırk yılın başı bana solo geldi biraz daha az çalsana” Bu tavırlar yıllar içerisinde hem samimiyetin ilerlemesi, hem karşılıklı güvenin gelişmesi hem de daha verimli kelimeler seçmeyi öğrenmemiz ile oldukça gelişti. Çalışının taklidini yaparak bir meslektaşı ridiküle etmek, çalışı ile ilgili negatif genellemeler yapmak genelde huzursuzluğa neden olur. Bazen de olduğu gibi bırakmak gerekir. Uzun İnce’nin sonun birkaç ölçüsünde benim yaptığım arpejleri Melih hiçbir zaman beğenemedi gitti. Defalarca farklı bir şeyler önerdi. Ancak önerdikleri de benim kafama yatmadı. Artık sesini çıkarmıyor J
Gezi Parkı, Moskova, Nazım Hikmet ve Çellolarımızın Gümrükte Alıkoyulması
“Gezi Parkı olayları halka açık biçimde hizmet vermek üzere tapuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ayrılmış olan Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6'ncı İdare Mahkemesi ve 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararına rağmen Topçu Kışlası'nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde imar izni olmadan yeniden inşa etmesini engelleme eylemi olarak başlamış…”
Bizim Moskova’da çalacağımız eserleri prova ettiğimiz günlerde İstanbul’un göbeğinde Gezi Parkı’ndaki durum gerginleşmekteydi. Tabi olayların ne kadar büyüyeceğini o sırada kestirmek mümkün değildi. İnsanlar ve güvenlik güçleri o sıradaki devlet büyüklerinden birinin ısrarı ile birbirine girince işler farklı bir boyuta geldi. Moskova’ya yola çıkacağımız 5 Haziran 2013 tarihinden bir iki gün önce, Murat’ın Gümüşsuyu’ndaki evi civarında baya bir patırtı gürültü cereyan etmekteydi. Gösteri yapmaktan geri dönen konu komşu, tencere-tava çalan vatandaşlar, bir liraya gaz maskesi satan sokak esnafı, uzaklardan gelen sesler ve gaz kokuları… O gün eski bir arkadaşımı ziyaret için Kadıköy’de buluşalım diye söz vermiştim. Böylece ben de Kadıköy dönüşü biber gazından nasibimi aldım. Ne olur ne olmaz diye bir iki liraya vapur iskelesinden satın aldığım gaz maskesini takıp, Beşiktaş iskelesinden Murat’ın evine çıkabileceğimi düşündüğüm Fındıklı civarına yürümem bir süremi aldı. Bir iki defa hızla bana doğru koşan insan kalabalığının altında ezilmemek için duvar dibine sığındım. Bir duvar dibinde iki çocuğu ile korkudan ağlaşan bir turist aile ile karşılaştım. Annenin gözlerinde “Hay aklımıza… Nereden geldik İstanbul’a” diyen korkuyu gördüm. Onlara sokaktan nasıl çıkıp otellerine gidecekleri ile ilgili yol gösterdim. Üzgün ve anlayışlı, birbirimize selam verdik ve sokaktan çıktık. Ben Murat’ı arayıp kestirme ve güvenli bir yol söylemesini rica ettim. Kulağımda telefon tarifle zar zor kendimi Murat ve ablası Leyla’nın evine attığımda herkes beni ayakta bekliyordu. Bana sarıldılar. O sırada kendimi tam anlamıyla evimde hissettiğimi söyleyebilirim. Murat’ın ne zaman prova için Eskişehir’den gelsek ilk buluşma yerimiz olan; bir o odasında, bir bu odasında, yer yatağında, kanepede uyuduğumuz, boğazı çepeçevre gören evi, benim için “İstanbul’un temsili resmi” haline dönüşmüştü. Zaman zaman Leyla ile o aralar okuduğumuz kitaplardan konuşup, kahve falı kapattığımız ve Murat’ın slim sigaralarından aşırdığım gecelerde balkona çıkar boğazın pırıltılar ve mırıltılar yayan renkleri ve seslerini içime doldururdum. Murat’la Leyla’nın kedi merakından sürekli evde 3-5 kedi olurdu. Konser kıyafetlerimin neredeyse tümüne bir ara yapışmış ve inatla çıkmamış kedi kılları sayesinde o aralar nereye gitsem evlerinden bir şey üzerimde geliyordu. Hiç tanışmadığım babaları Mükerrem amca, hayattayken bize karşı hep nazik ve şevkatli Sevin teyze’nin mirası yeşil gözleri ile Berk kardeşler İstanbul’un en hoş manzarasına sahip evinde uzun yılları beraber geçirdikten sonra Murat’ın Almanya’da büyümüş tatlı nişanlısı Esma ile evlenmeye karar vermesi ile yıllardan sonra evlerini ayırmışlardı. Kader yine ilginç bir tesadüfle, bir süre başka yerlerde oturan taze çifti birkaç yıl içerisinde yine Leyla’nın hiç terk etmediği evine komşu etmişti. Yani balkona bir şey asmaya çıktıklarında karşılaşıp selamlaşan iki komşu haline gelmeleri pek uzun sürmemişti. Bizim ilk fotoğraflarımızdan biri de bu evin palmiye ağaçları ve Fulya çiçekleri ile süslü bakımlı bahçesinde sırtımız boğaza dönük çekilmişti. O fotoğraf henüz en taze hallerimizde de olsak her birimizin karakterini çok hoş biçimde yansıtır. Çağ kısa kollu tişörtü ve tatlı gülümseyişiyle direkt ekrana bakıyor, ben utangaç biçimde çellonun sapında daha tam bulamadığım bir notayı arıyorum, Murat bana doğru muzır bir laf atarken görünüyor ve Melih’de tüm olanları mesut biçimde izliyor. Daha gergin derilerimiz, daha çok saçımız ve önümüzde daha çok yılımız var.
2015 yazının en hoş sürprizi Nazım Hikmet vakfının bizi Nazım’ın 50. Ölüm yıl dönümünü anmak üzere Moskova’ya davet etmesiydi. Biz her zamanki konser programımıza Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Güvenç Dağüstün ve Zuhal Olcay ile yapacağımız birkaç şarkıyı da ekleyecektik. Hep beraber havaalanında buluşunca bizimle gelen pek çok tanıdık simanın farkına vardık. Tarik Akan’ın hayat arkadaşı Acun hanım Murat’tan zaman zaman çello dersi alıyordu. Tam bir çello tutkunu olan Acun hanımla birkaç minik çello-sohbetimiz oldu. Konserimizi heyecanla bekliyorlardı. Tarık ağabeyle hem burada hem de daha sonra gerçekleşen birkaç etkinlikte yakınlığımız arttı. Moskova’da pek hoş bir otelde konakladık. Son gün de harika bir tekne ile Moskova Nehri turu yaptık, yemek yedik ve zaman geçirdik. Nazım Hikmet’in ve eşi Vera’nın mezarında çalmak bizim için çok özel bir duygu oldu. Moskova’lılar Abidin Dino’nun yapmış olduğu mezar taşı ile Nazım’ı çok büyük sanatçıların olduğu Novodeviçiy mezarlığına gömmüştü. Anton Çehov, Nikolay Gogol gibi Rus klasikleri okumaya zaman ayırmışlarımızın tanıyacağı isimlerden tutun da Sergei Prokofiev gibi müzik dünyasının ustalarından birinin de yattığı 27.000’in üzerinde nüfusu olan bu mezarlıkta Nazım’a çellolarımızı çalmak bizim için güzel bir fırsattı. Byüğümüze Johann Sebastian Bach’ın “Air” adlı parçasını ve Faure’nin “Pavan”ını çaldık. Bizimle gelen pek çok Nazım Hikmet Vakfı üyesi orada başları önde, yüreklerinde büyük bir bağlılıkla Nazım’a bizim çaldığımız müzik eşliğinde saygılarını sunmuş oldu. Moskova’nın göbeğinde büyükçe MIR salonunda anma gecesi etkinliklerini gerçekleştirdik. Nazım Hikmet ilk defa Moskova’da bu salonda şiirlerini okumuşmuş. Hepimizin aklının bir parçası İstanbul’daki Gezi Parkı olaylarında, bir parçası Nazım’da Moskova günlerimizin sonuna geldik. Harika bir deneyim olmuştu. Melih’le havaalanına gelip de gümrük memurlarına takılana kadar en azından bu güzel seyahatin sonuna geldiğimizden gayet emindik. Öncesinden başlayayım; Rusya’da çalgı giriş çıkışının “problemli” olabileceğini duyduğumuzdan Anadolu Üniversitesi çalgı yapım bölümü öğretim görevlisi arkadaşımız Zafer Güzey’den çalgılarımızın fotoğraflarını ve özellik bilgilerini içeren birer belge hazırlamasını istemiştik. Bu belgeleri de yanımıza alarak Rusya’ya girdik ve çıkışta gerekirse bunlarla işimizi görebileceğimizi sanmaktaydık. Pek öyle olmadı… Çıkış sırasında bir gümrük memuru bizi durdurdu. Çalgılarımızı girişte deklare etmediğimizi fark etti. Yani giriş sırasında “ben ülkenize kendi çalgımla giriyorum” diye bir gümrük memuru huzurunda beyanat vermiş, onun onayını almış olmamız gerekiyormuş. Biz de “Hay Allah ama bize bir şey soran olmadı ki??” gibilerden tatlı bir iki itirazda bulunalım dedik. Gümrük memuru bir iki arkadaşını daha çağırdı. Baktık hararetle bir şeyler konuşuyorlar azıcık da sinirlendik tabi “beyler, lütfen… uçağa geç kalacağız. Bu işlemi biraz hızlandırabilir miyiz??”, “Siz ülkenize dönmekte serbestsiniz, çalgılar burada kalıyor. Çalgıların özgünlüğünün tespiti ve diğer tüm bürokratik işlemler yaklaşık 3-4 ay alır. Zaten bu kadar süreyi burada geçirmenizin bir anlamı yok”. Bizim yüzümüz düştü bir anda. Kendi çalgılarımızı burada bu memurlara bırakmak ve gitmek demek belki de hiçbir zaman tekrar çalgılarımıza kavuşamamak demekti. Biraz sonra üniformalarından ve tavırlarından daha da üst rütbe olduğu anlaşılan gümrük memurları da gelip gençleri onaylayınca bizim çalgıları mühürleyip depolarına kaldırdılar. Biz çaresizce büyükelçiliğin telefonunu bulmanın derdine düştük. Artık uçağı yakalayamayacağımız kesinleşmişti. Gece nerede kalacaktık? Çellolar ne olacaktı? Eğer başarı ile çelloları geri alabilirsek dönüş uçağında yer bulabilecek miydik? Uçak biletleri cebimizden mi çıkacaktı? Endişeler bilinmezler ve sıkıntı. İlk önce Türk Hava Yollarının ofisine gittik. Orada Azeri asıllı bir genç eleman Safi bey bizimle ilgilendi. Derdimizi dinledikten sonra Rusya’da nasıl pek çok şeyin rüşvetle yürüdüğünü, biraz çikolata viski falan almamız gerekebileceğini ama işi bir şekil çözebileceklerini anlattı. Biz ne gerekiyorsa yapın dedik. Viski falan sorun değildi tabi ki. Bir süre ortadan kayboldu, tekrar geldiğinde işin tahmin ettiğinden daha büyümüş olduğunu söyledi. Biz hep beraber büyükelçiliği aradık. Baya bir telefon trafiğinden sonra büyükelçilik bize yardımcı olması için uzun yıllardır Moskava’da yaşayıp iyice “entegre” olmuş bir Türk’ü, Hasan beyi bizi almaya gönderdi. Hasan orada bu problemi çözmek için geçirdiğimiz üç gün boyunca bizi sabah akşam havaalanından aldı, bıraktı ve bize rehberlik etti. İlk gece, artık saat geç olmuş olduğu için bizi ucuz bir otele bıraktı. Oteli Araplar işletiyordu, bizim Türkiye’de fakir devlet üniversitelerinin misafirhaneleri ayarında bir yerdi. Akşam bir Arap otelinde sıcak bir bardak çay bulabileceğimizden emindik. Restoranda kalın ve ağır bordo kadife perdeleri ve her masa ve sehpada bizim eski moda minik ama çok işlemeli örtüleri ile kasvetten çatlamak üzere restoranda bulanık çaylarımızdan birer yudum alıp birbirimize yüzümüzü buruşturup sigara içmeye çıktığımızı hatırlıyorum. İkinci gece büyükelçiliğin misafirhanesine geçtik. Sağ olsun elçilik yetkilileri, başta Solmaz hanım olmak üzere gerekli görüşmeleri pazarlıkları yapıyorlardı. Ancak çellolar bir türlü depodan çıkacağa benzemiyordu. Safi beyin dediğine göre her türlü viski, yemek ve bunun gibi “ikram” önerildiği halde memurlar geri adım atmıyorlardı. En sonunda, Pazar günü olmasına rağmen büyükelçilik, ücretini ödeyerek ve arabayla getirip götürmek suretiyle Rus Kültür Bakanlığına bağlı bir çalgı eksperini gümrük memurlarının huzuruna getirmeyi başardı. Memurlar depoyu açıp mühürlü çalgılarımızı eksperin önüne çıkardılar. Eksper çalgılarımızın geldiği yer ve tarihi raporla bildirdi ve çalgıları salıvermelerini önerdi. Biz de arkamızda pek çok kişinin endişesini, dostluğunu, emeğini geride bırakarak ülkemize döndük.
Nazım için döndükten bir yıl sonra İstanbul’da da bir kutlama programı oldu ve biz onda da yer aldık. Sarıyer Belediyesi ve Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen organizasyon ile Nâzım Hikmet, 113. yaş gününde Maslak TIM Show Center’da daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış belge, fotoğraf ve filmlerin de yer alarak hazırlanan ve Can Dündar imzası taşıyan Nâzım Hikmet belgeseli ile başladı. Televizyoncu ve yazar Enver Aysever tek kişilik “Aykırı Kumpanya” isimli gösterisi, Altan Erkekli ve Işık Yenersu’nun sunumu, Hülya Aksular tarafından sahneye konan Sibel Sürel’in dansıyla performans sahnelediği ve tenör Ali Murat Erengül’ün seslendirdiği Karıma Son Mektup dans gösterisi ile devam etti. Çellistanbul bu etkinlikte de ev sahibi gibi sürekli sahnede oldu.
Mazhar Abi
Bu kısmı ben yaşamadım ama bizimkilerden dinleyip baya güldüğüm için size de aktarmak istiyorum. Grupça ilk kurulduğumuz günden beri MFÖ’nün şarkılarını dört çello için düzenletmek ve çalmak hep konuştuğumuz bir şeydi. Zaten neredeyse tüm şarkıları Türkiye’deki herkes gibi biliyor ve aynı zamanda üç erkek sesini de dört çello sesine çok yakıştırıyorduk. Melih’in sesi müthiş güzeldir ve “Bu sabah yağmur var İstanbul’da” şarkısını “Güllerin içinden”i, “Buselik makamına”yı harika söyler. Murat’ın da Mazhar Alanson ile ikisinin babalarının tanışıklığı üzerinden bir tanışıklığı vardı. Biz “Güllerin İçinden”i düzenletirken Özkan’a sormuş biz bunu dört çello çalmak istiyoruz diye. O da “çalın Murat’çım albüm falan yapacak olursanız yine arayıp izin alın ama” demiş. Böylece özellikle üniversite konserlerinde zaman zaman çalar olduk. Yıllar içinde bizim grubun İnce Saz, Zuhal Olcay, Zülfü Livaneli gibi müzisyenlerle beraber çalışmaları oldukça MFÖ’ye giden merdivende ilerlemiş olduk. Günün birinde (maalesef ki benim gelemeyeceğim bir zaman) Murat ve Melih Mazhar Alanson’u arıyor. Murat “Mazhar abi merhaba… ben Murat, nasılsın?” diyor. Diyor ki; biz sizinle dört çello bir proje yapmak istiyoruz. Mazhar abi’de gelin Mrat’çım bana bir bakalım, bir konuşalım diyor. Murat adresi istiyor. Melih dinliyor, yazıyor. Murat diyor ki “abi 27 Çengelköy… tamam… kaç numara? Mazhar abi biraz sessizlikten sonra “Murat’çım burası villa, bina bizim” diyor. Melih gülmeye başlıyor ve “gerzekalı… Mazhar Alanson apartman dairesinde mi oturacak deyip gülmeye başlıyor. Murat “haa. Tamam abi… e biz çıkalım o zaman. Yarım saate oradayız abi” diyor. Bunlar gidiyorlar “villaya”. İkisi bizim repertuvardan bir şeyler çalıyor. Mazhar abi dinliyor (buraları Melih mükemmel bir Mazhar Alanson sesi taklidi ile yapıyor) “Murat’çım çok güzel çalıyorsunuz. Valla heyecanlandım. Buna daha kuş mu kondurulacak” falan diyor. Bizimkiler hevesten çatlayacaklar. Mazhar abi bir içeri gidiyor, dönüyor. “Murat’çım valla tınlamadı benim kafamda…” diyor. Bir anda hevesler suya düşüyor. “Nasıl tınlamadı?? Ne tınlamadı” diye e kadar, ne olduğunu anlamadan bu muhteşem projede daha bir adım atmadan yok oluyor.
Comments